Sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilirlik ve kalkınma kavramlarını aynı çatı altında toplayan, farklı disiplinlerin ilgi alanına giren hususlardır. Sürdürülebilirlik kavramı adından da anlaşılabileceği gibi devamının getirilmesi yani gelecek nesillerin yeryüzü üzerindeki kaynaklar üstündeki haklarını tüketmeden bugünkü ihtiyaçların karşılanması anlamını taşımaktadır. Kalkınma ise tek başına farklı disiplinler tarafından incelenen bir konu olup; büyüme, yapısal dönüşüm, sanayileşme, eğitim, internet bant genişliği, alt yapı, sağlık, yoksulluk, çevre, bebek ölümleri gibi pek çok konuyu kapsamaktadır. Yani ekonomideki salt sayısal büyümeyi incelemeyip merkezine canlı yaşamını alan pek çok faktörü ele almaktadır.
İktisat bilimi sınırsız insan ihtiyaçlarının(!) kıt kaynaklarla karşılanması varsayımı üzerine doğmuş olsa da ilerleyen süreçte ihtiyaçların değil ihtirasların sınırsız olduğu gerçeğiyle karşılaşılmış ve insan ile doğa arasında denge kurarak doğal kaynakları tüketmeden, gelecek kuşakların ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin günümüz kuşaklarının ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kalkınma modeli olarak sürdürülebilir kalkınma kavramı ortaya çıkmıştır.
“Daha fazla mal ve hizmet, daha fazla refah” anlayışının getirdiği tüketim merkezli kapitalist felsefenin küreselleşme olgusuyla birlikte 1980’li yılların başından itibaren tüm dünyaya hızla yayılmasıyla üretim akıl almaz bir şekilde artmış, beraberinde ekonomik büyüme oranları yükselmiş ancak bununla birlikte doğal kaynaklardaki azalma da hızlanmıştır.
1980’li yılların başından itibaren dünya yeni bir döneme girmiş ve küreselleşme ile beraber liberal kapitalist ekonomik sistem birkaç ülke haricinde tüm dünyada hayata geçirilmişti. ABD merkezli 2008 küresel finans krizinin ardından 2011 AB mali krizi özellikle “batı” dünyasında milliyetçilik akımını hızlandırmış 1789 Fransız ihtilali ile birlikte tüm dünyaya yayılan milliyetçilik akımları gibi yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Küresel finans krizi sonrasında finans sistemine olan güven hızla azalmış birçok iş yeri kapanmış ve işsizlik ciddi bir yükseliş göstermişti. Bu durum birçok ülkede sanayi sektörüne yeninden yönelmeye vesile olmuştur. Nitekim Trump’ın Meksika’dan ithal edilen mallara %35, Çin’den ithal edilen mallara %45 gümrük vergisi getirmeyi ve ABD’de kurumlar vergisini %35’den %15’e indirmeyi vaat etmesi bu nedenden kaynaklanmaktadır.
Devam edelim. Küresel finans krizi sonrasında sanayi sektörünün artan öneminin farkına varan liderler bu konuda stratejiler belirlemiş milliyetçilik akımının etkisiyle beraber korumacı politikaları hayata geçirmiştir. Nitekim Bir ticaret izleme grubu olan Global Trade Alert 2009 yılında başlayan durgunluktan bu yana dünya çapında 7 bin korumacı politikanın uygulandığını belirtmiştir.
Tüm dünyayı etkisi altına alan milliyetçilik akımıyla beraber korumacılık dönemi Türkiye’nin yerli ve milli sanayisinin geliştirilmesinin gerekliliğini bize açık bir şekilde göstermektedir. Yerli ve milli sanayinin hızla geliştiği ilk sektör savunma sanayi sektörüdür. İçinde bulunduğumuz Ortadoğu coğrafyası terör ve iç savaş yaşarken 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası FETÖ teröristlerine karşı verilen amansız mücadeleye karşı tepki gösteren “batı” dünyası bizim savunmamızın güçlenmemesi için savunma silahlarını satmazken yerli ve milli sanayimizin gelişmesi konusunda geç kaldığımızı söyleyebiliriz. Ancak zararın neresinden dönersek kârdır diyerek yerli sanayimizin gelişmesi için daha fazla çalışmamız gerektiğini belirtmemiz gerekiyor.
Sonuç yerine: Dünyada artan milliyetçilik akımı ve korumacılık politikaları çerçevesinde yerli ve milli sanayimizi geliştirirken sürdürülebilir kalkınma felsefesi doğrultusunda hareket etmeliyiz. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte dijitalleşen sanayi sektörü canlı yaşamını merkeze alarak yapılandırılmalıdır. Yerli ve milli sanayimizi geliştirirken kendi kaynaklarımızı daha verimli ve etkin kullanmalı stratejimizi buna göre oluşturmalıyız. Bunun için ise kalkınma kavramının en önemli konularından biri olan “eğitim” yine ön plana çıkmaktadır. Gerek yerli sanayimizin gelişmesi gerekse sürdürülebilir kalkınmayı sağlayabilmek için eğitim sistemimizin ve eğitimcilerimizin yapısal dönüşümünün sağlanması gerekmektedir. Sürdürülebilir kalkınmanın sağlanmasında ekonomik, sosyal ve çevresel boyutların kendi aralarında bağlantıları da önemlidir. Ekonomik ve sosyal boyutlar gelir dağılımı, yoksulluğun azaltılması, işsizlik sorunlarının çözümü gibi konularda etkileşim halindedir. Toplumun bu sosyo-ekonomi koşulları istikrarlı hale geldiğinde, çevreye yaklaşımı da sürdürülebilir bir hal alacaktır. Zira gelişmekte olan toplumlar, doğal kaynaklara bağlı bir şekilde yaşamlarını devam ettirmektedirler. Daha iyi sosyo-ekonomik koşullara sahip toplumların, doğa sermayesinden talepleri daha düzenli olacaktır. Sosyal ve çevresel boyut, gelir dağılımındaki eşitlik yanında, doğal kaynakların da eşit bir şekilde kullanılmasını öngörmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder